Camdaki Kız kitap özeti! Camdaki Kız kitap sonunda ne oluyor? Camdaki Kız yazarı Gülseren Budayıcıoğlu kimdir?29.09.2022 19:45 Son Güncelleme: 29.09.2022 19:45
Gülseren Budayıcıoğlu ilk kitabının adıyla açtığı klinik ile hem yazın hayatına hem dahi hekimlik hayatına sürme etmektedir. Gülseren Budayıcıoğlu kitaplarının dizilere uyarlanmasıyla popülaritesi henüz bile arttı. Masumlar Apartmanı, Camdaki Kız, Kırmızı Oda gibi diziler Gülseren Budayıcıoğlu’nun kitaplarından uyarlamadır. İşte Gülseren Budayıcıoğlu hakkında bilgiler…
Gülseren Budayıcıoğlu hayatı! Kanser mi ? Eşi kim?
Dr. Gülseren BUDAYICIOĞLU kendisini şu cümlelerle anlatıyor:
Ben, üç çocuklu tek ailenin ilk tapduk olarak Ankara’bile dünyaya geldim. Babam yakışıklı, sevecen, otoriter, giyimine, kuşamına sayı meraklı biriydi. Kışın ortasında, her yerin balçık deryasına döndüğü günlerde beraberce ayakkabıları pırıl pırıl durur, sabahları siyah paltosunu ve yine siyah fötr şapkasını giyer, hepimizi teker teker öper, öyle çıkardı evden. Annem onu mutlaka kapıda uğurlar, “Allah işini rast getirsin” demeden babamı evden çıkarmazdı. Biz o zaman Ankara’nın Cebeci semtinde, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin tam karşısında otururduk. Neden bilmem, mahallenin eksiksiz çocukları korkardı babamdan, oysa o görünüşünün ardında son basamak yumuşak tek kalbi vardı babamın.
Annemse eksiksiz Türk anneleri gibi fedakâr tek kadındı. Onun her şeyi kocası ve çocuklarıydı. Babama her zaman sayı saygı gösterir, o geleceği zaman hepimizi hizaya çeker, “babanız yorgun gelir, yaramazlık yapmak yok, kendinize tartı-uyum verin, sofrayı hazırlamamda tarafıma yardım edin” derdi. Kendisi dahi giyinir, hafif makyajını yapar ve sofrayı bile hazırladıktan sonra camın önüne hep beraberce oturur, babamın eve gelmesini beklerdik. Bazen geç gelirdi babam, o zaman camın önündeki bekleyişler uzar, hiçbirimiz o gelmeden sofraya oturmaz, kimileyin dahi yerde yüzden haris yatardık.
Annem, aslında babamdan sayı henüz otoriter tek kadındı. O yüzden babamdan çekinsek dahi kök annemden korkardık. Zamanında yatıp, zamanında kalkmamızı ister, derslerimize sayı önem verir, bizi her zaman en iyi şekilde giydirmeye özen gösterir, bayramlarda elbiselerimizi evdeki Singer terzilik makinesiyle kendi diker, her bayram kırılan siyah rugan, üstten bağlamalı ayakkabılarımızı temiz giymemizi isterdi. Evin ilk tapduk olarak, özellikle tarafımdan beklentileri sayı yüksekti. Okula, öğretmenlerimle görüşmeye birçok zaman babamla beraberce gider, öğretmenlerin beni nasıl övdüğünü duyunca bile eve gelirken, ödül olarak mutlaka pasta ya bile rulo alırdı. Benim okuyup hekim olmamı isterdi. Sülalede zaten hekim çoktu ama saçta dahi mutlaka hekim olmalıydım.
Marifetli kadındı annem. Öyle her şeyi çarşıdan almas, tarhana, salça, turşu, erişte, reçel gibi şeyleri mutlaka evde kendi yapardı. Kapısı herkese açıktı. O yüzden bizim ev hiç misafirsiz kalmaz, gelen giden sayı olurdu. Herbirine elinden geldiğince ikramda bulunur, bizim dahi misafirlere tıpkısı özeni göstermemizi isterdi. Bizi evlât olarak olumsuzlama, yetişkin insanlar gibi görür, özellikle başkalarının yanında çocukça şeyler yapmamıza asla izin vermez, sık sık hariç çıkmamızı istemezdi.
Biz üç kardeş her zaman vahdet olur, onu kızdırmamaya çalışırdık. Ama kızsa bile öfkesi çabucak geçer, yüzü çabucak gülerdi. Ramazan’bile oruç tutulur, geceleri sahura kalkılırdı. Annem her gece yatmadan mayalı hamur yoğurur, gece kalkar onu pişirirdi. Bizler oruç tutmasak beraberce kızarmış mayalı hamurun kokusunu duygulu duymaz fırlardık yataklarımızdan. Çay demlenir, peynir, zeytin, yumurta, reçel menfaat, yine hep beraberce otururduk masanın başına. Bazen gece yarısı komşular bile gelirdi yerde sofraya. En sayı bile tek abaşo katta oturan sevgili adamım Taylan Süer katılırdı bize. Şimdi dahi eskisi gibi tıpkısı apartmanda oturuyoruz Taylan’la. Yine tek abaşo katta…
Masaya hep beraberce oturmak bizim evin en önemli kurallarından biriydi. Babamın yeri zaten belliydi, tör hep onundu. O yemeğe başlamadan tığ başlayamazdık. Her zaman tür tür yemek olurdu sofrada. Zeytinyağlısı, etlisi, tatlısı, hiç eksik olmazdı. Ocağın başında yemekle beraberce annem dahi pişer ama yaptığı bile keyifle yenirdi.
Ortaokul ve liseyi TED Ankara Koleji’nde okudum. İyi tek öğrenciydim. Derste hocaları sayı iyi dinlediğimden, rengi başlamak ama iyi notlar alırdım. Özellikle literatür derslerinde sayı başarılıydım. Yazdığım kompozisyonlara hocalar yıldızlı on verir, sıfırcı bunları eksiksiz sınıfa yüksek sesle okumamı isterlerdi. Kolejde okumak o zamanlar insanlara başka tek itibar kazandırırdı. Bütün bürokratların çocukları yerde okulun öğrencisi olduğundan, okul çıkışlarında okulun önü siyah arabadan geçilmez, şoförler kapıda çocukları beklerdi. Hocalar her birimize başka özen gösterir, sınıflar zaten en fazla yirmi anadut, otuz kişi olduğundan hepimizi yakından tanırlardı.
O zaman kız ve erkek koleji ayrıydı. Ben lise ikinci sınıfa geçtiğim yıl birleşti. Hepimiz sayı heyecanlanmıştık. Yıllardır karşılıklı binalarda, başka başka okuyan yerde iki grup ansızın birleşiverecekti. O gün, annem beni okula kendi kendisi getirmiş, sınıfa kadar gelip nerede, kiminle oturacağıma beraberce o karar vermiş, hatta gözüne kestirdiği tek delikanlıya bile, tarafıma göz kulak olması için tembih etmişti. O doğru, hala yakın adamım olan sevgili Niyazi Akdaş’tı.
Okuldan gelince önce kendi derslerimi yapardım ama bununla bitmezdi işim. Annem kardeşlerimin derslerine dahi yardımcı olmamı ister, Yükselen ve Mustafa bile bu hiç itiraz etmezlerdi. Yükselen’açınık Coğrafya, Mustafa’ya İngilizce çalıştırmaktan helak olmuştum.
Üniversiteye giriş sınavlarından sayı yüksek puan almıştım. İstediğim her yere girebilecektim. Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne ön kayıt yaptırdım ama annemin dahi yönlendirmesiyle sonunda Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde karar kıldım. Kolej gibi tek yerden sonra oraya uyum sağlamak zor oldu. Zaten yerde yüzden sınıf arkadaşlarımın hemen hemen tamamı Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ne girmişlerdi. O zaman kolejliler orayı tercih ederdi. İlk yıl, saçta dahi onlar gibi yapmadığım için sayı pişman oldum. Burası ne sağduyuya tek yerdi böyle! Hiçbiri kolejdeki arkadaşlarıma benzemiyordu. Giyimleri, kuşamları, dinledikleri müzikler, alışkanlıkları sayı farklıydı. Okula gidiyordum gitmesine ama yeni tek arayış içindeydim. Sonunda aradığımı buldum ve o yıl TRT’nin açtığı spikerlik sınavlarına girdim. Yapıp yapamayacağımı bilmiyordum ama deneyecektim.
Okuldan çıktım ve Opera’nın karşısındaki Radyoevi’ne gittim. Heyecanlıydım. Nasıl tek sınav yapacaklardı merak? Çok gelen vardı ve hepsi dahi benim gibi gençti. Sıra tarafıma gelince küçük tek stüdyoya aldılar beni. Önüme tek haber metni koydular ve “oku” dediler. Bizim evde haberler hiç kaçırılmaz, mutlaka dinlenirdi. Spiker sesinin tonunu ayarlar, “Burası Türkiye Radyoları, şimdi haberler” diye başlardı okumaya. O tarz, o sunuş yabancı değildi tarafıma. Ben dahi tıpkı onlar gibi başladım okumaya. Stüdyodan çıkınca “sen şöyle geç” dediler. Geniş tek salonda tek süre bekledim. Merakla etrafıma bakıyordum. Zaten her şeye fazla meraklı tek tiptim. Yerler, tuhaf, muşambaya nitelik tek şeyle kaplanmıştı. Yürürken hiç ses çıkmıyordu. Ahşaptan yapılmış kalın kapıların üzerinde lambalar vardı. Lambaların rengi arada tek yeşil, arada tek dahi kırmızıya dönüyordu. Lambalar kırmızıya dönünce oradan gelip geçenler hemen konuşmayı kesiyor, zaten hiç ses çıkarmayan yerde muşambaların üzerinde yine dahi ayaklarının ucuna basarak yürüyorlardı. Sevdiğim sanatçılar geçse dahi görsem diyordum ama hiç öyle aylık rastlayamamıştım.
Sonunda ortadaki yetişkin kapı açıldı ve benim içeri girmemi istediler. Elim ayağım titreyerek girdim içeri. Bir sürü insan toplanmış, tarafıma bakıyordu. Yaşım sayı küçüktü henüz. Sanki ne niteleyerek gelmiştim buraya? Ortada oturan ak gömlekli yakışıklı eş başladı sormaya; Sonradan o yakışıklı adamın adının Turgut Özakman olduğunu öğrendim. Kitaplarını hayranlıkla okuyor ve hala sık sık kulaklarını çınlatıyorum.
-Kolejden misin sen?
-Evet.
-Belli oluyor. Sesin güzel, kulağın bile iyi ama “açınık” ler açık. “Kendi” dahi bakalım.
-Kendi.
-Şimdi dahi “kedi” dahi.
-Kedi.
-İyi, biraz çalışırsan olacak. Dışarıda otururken etrafına iyice baktın mı?
-Baktım.
-Tavanda ne vardı?
-Koca tek şamdanlı.
-Nasıldı?
-Büyüktü ama güzel değildi.
-Demek beğenmedin! Başka ne vardı salonda?
-Deri koltuklar, yerde sağduyuya tek muşamba, ağaç kapılar, üzerinde arada tek yeşil, kimileyin dahi kırmızı yanan lambalar.
-Acayip tek muşamba ha? Neden öyle tek şey koymuşlar merak?
-Sanırım yürürken ses çıkmasın niteleyerek.
-Kırmızı lamba ne söylemek?
-Kırmızı yanınca insanlar ayaklarının ucuna basarak yürüyor. Her halde “susun” söylemek.
Gülüyordu Turgut Özakman. O gülüyordu ama benim hiç gülecek halim kalmamıştı. Ne ukala adamdı yerde böyle? Hem henüz yüzüme öküz bakmaz Kolej’takt olduğumu bile nereden anlamıştı? Ne şekil sorulardı bunlar? Salonda ne var, ne yok niteleyerek sorulur muydu? Kazandığımı müdrik ama sevinememiştim. Benimle yeğinliği mı geçiyordu yerde eş?
Hemen akabinde “spikerlik kursları” başladı. Konservatuvardan hocalar geliyor ve spiker adaylarına yoğun tek öğüt programı uygulanıyordu. Sonradan Turgut Özakman’ın o soruları neden sorduğunu anlamıştım. “Spontan uyanıklık” ölçüyorlardı. Bir spikerin, özellikle yaşayan yayın sırasında spontan dikkatinin sayı iyi olması gerekiyordu. Bir yandan Tıp Fakültesi, tek yandan radyo, hep dolmuş geçiyordu günlerim. Sonunda mikrofon başına oturabilmiştim. Çok heyecanlı, sayı keyifli tek işti yaptığım.
Ertesi yıl TRT Televizyonu faaliyete geçti ve saçta yerde sefer dahi orada çalışmaya başladım. Televizyon Türkiye’dahi henüz yeni kuruluyordu. Herkes genç, herkes heyecanlıydı. Kimse işini sayı iyi bilmiyor ama yine dahi en iyisini yapmaya çalışıyordu. Sabahtan okula gidiyor, saat anadut gibi okuldan çıkıp hemen televizyona koşuyordum. Akşam Altı’bile başlıyordu yayın. Artık hemen her programda saçta dahi yer alıyor, hatta gündüz okuldan vakit bulabilirsem seslendirmeler için stüdyoya giriyor ya bile doğru kaydı yapılan programlara katılıyordum. Bütün bunlara, o zaman nasıl yetiştiğime şimdi saçta beraberce inanamıyorum. Tıp Fakültesi ağır tek okuldu. Kitapların her akraba yerden kalkmıyordu. Devam mecburiyeti vardı ama yine dahi hepsiyle bazen çıkabiliyordum.
Okuldan çıkınca aracısız televizyona gittiğim için kitaplarım yanımda olurdu. O kıyamette, şayet saçta boşsam, hemen kitaplarımı çıkarır, ne öğrenirsem kâr der, oturur, çalışırdım. Artık eksiksiz sanatçıları tanımış, çoğuyla sevgili olmuştum. Türk Müziği’ni eskiden festekiz sayı sevdiğimden, yaşayan yayınlarda hem sunuculuk yapar, hem dahi onları zevkle dinlerdim. Türk Müziği eserlerinin o ağdalanmış cümlelerini gerçek okuyabilmek için eski üstatların yardımını ister, öğrenmekten yetişkin zevk alırdım.
Canlı yayın herkesi korkuturdu. Tam yayın sırasında sapma olur, yayın kesilir, seyirciler dahi “beklettiğimiz için özür dileriz” yazısını gördükçe isyan ederlerdi. Onun için özellikle Muzaffer İlkar yönetiminde stüdyoya giren yetişkin koronun geldiği günler programı önceden banda almaya çalışırlardı. İşte o zaman, tek saatlik tek programın çekiminin anadut 6 saatten önce bitmeyeceğini anlar, ilân aralarında stüdyonun en tenha köşesine çekilir, kitaplarımı açar, çalışırdım. Arada tek, içlerinden akraba yanıma gelir, “yerde gürültüde gerçekten okuduğunu anlıyor musun” niteleyerek sorardı. Anlıyordum zira alışkındım bu. Bizim evde annemle babam tek yandan sohbet yazar tek yandan pikapta Müzeyyen Senar çalarken Mustafa tabanca, tüfek oynar, Yükselen kendi odasında il radyosunda Batı müziği terbiyeli, saçta eksiksiz yerde seslerin arasında, sanki bu tabiî tek şey yokmuş gibi öğüt çalışırdım. Annem “çalışacak eş her yerde başlamak, sen kafanı derse verirsen bizi duymazsın zaten” derdi.
Artık TRT’nin kadrolu memuruydum. Yayın elemanı olduğum için ayrıca yayın tazminatı alıyor, yani iyi para kazanıyor, ama kazandığımı harcayacak vakit bulamıyordum. Gazeteler sık sık tarafımdan söz ediyor, ne zaman sokağa çıksam, “A, yerde televizyondaki kız” diye, insanlar etrafımı alıyordu. Ünlü olmak güzeldi ama her zaman bile güzel değildi. Özellikle okulda hocaların beni tanıması hoşuma gitmiyordu zira derslere sistemli gidemediğim zaman hemen beni soruyorlar ve arkadaşlarım her seferinde benim yerime imza atamıyorlardı. Yavaş yavaş bitiyordu okul. TRT beni sayı yatkın, okulun biteceği konusu onları bile yakından ilgilendirir olmuştu. Herhangi tek okul değildi ki bitirdiğim, koskoca hekim olacaktım. Ya TRT’yi bırakıverirsem, şimdi benim yerime hemen birini nereden bulacaklardı? Beni yetiştirebilmek için sayı emek vermişler, yedi başka kurs, yedi başka sınavdan geçirmişlerdi. O zamanlar öyle herkes kolayca mikrofon başına geçemiyordu. Bu yüzden sık sık tarafıma bunu soruyorlar, “ivedi etme, hiç olmazsa az yıl henüz çalış, sonra ayrılırsın” diyorlardı. Ama saçta kararlıydım. Spikerlik iyiydi, hoştu, heyecanlı işti ama saçta tek başka mesleğe gönül vermiştim.
Okul bitince hemen ayrıldım TRT’takt. Bir süre, programları sektirmemek, epey yıl çalıştığım tek mevki kurumunu zor merkezde tutmak için özellikle sunuculuk yaptığım müzik programlarında görev aldım ama “iki yerde ansızın çalışamazsın” dediler ve bunu adeta tek ülke sorunu haline getirdiler. Gazetelerde beraberce her gün yerde konuda haberler çıkmaya başlayınca küstüm. Sanki sayı kusur tek şey yapıyormuşum gibi tek hava esiyordu. Zaten o sıra Hacettepe Psikiyatri Bölümü’ne yardımcı olarak girmiştim. Oradaki sayı sevdiğim ve saygı duyduğum hocam beraberce “ya TRT, ya hekimlik, ikisi ansızın olmaz” demişti tarafıma. Ve sonunda sadece hekim oldum. O hocam, şimdi dahi tarafıma “ya hekimlik, ya yazarlık, ikisi ansızın olmaz. Çok güzel yazıyorsun, saçta senin yerinde olsam içildikten sadece yazarım” debba. Ama yerde sefer dahi yıllardır sayı severek yaptığım doktorluktan vazgeçemiyorum.
Hacettepe’dahi işe başladığım günlerde evlendim. Eşim Aydın’la zaten okulda yakın arkadaştık. Çok yakışıklı, karizmatik biriydi Aydın, ama o zamanlar ikimizin dahi dünyaları ayrıydı. Kızlar onun etrafında, erkekler dahi benim etrafımda dönen dururlardı. Sonunda dünyalarımız birleşti ve tam otuz 4 yıl keyifli tek beraberliğimiz oldu. O bile doktordu. Özellikle ilk yıllar ya onun, ya benim hastanede nöbetlerimiz olur, birbirimizi pek fazla göremezdik beraberce. İki çocuğumuz oldu. Çocukların büyümesinde sevgili annemin katkılarını inkâr edemem. Onun sayesinde başka kadınların elinde kalmadı aile. Her gece, iş çıkışı çocukları alır, öyle giderdik eve. Ne güzel günlerdi onlar!
Yağmur sanki atlas en güzel bebeğiydi. Sarı saçları, tıpkı babasına mail yeşil gözleriyle yolda insanlar bizi rahat bırakmaz, illa Yağmur’u sevmek isterlerdi. O bile sayı sıcakkanlı tek çocuktu. İnsanlarla tıpkı benim gibi hemen ilişki kurar, kimseyi yabancılamaz, herkesle sevgili olurdu.
Hasan pek öyle değildi. Yağmur’un tersine simsiyah saçlı, kara gözlü, ak tenli, kirpikleri yanaklarına mütemâs, güzel ama insanlara pek yaklaşmayan, yani babası gibi biriydi. Hala bile öyle…
Hacettepe’dahi on yıla yakın kaldım. Orada bile sayı güzel günlerim, sayı güzel arkadaşlıklarım oldu. Sonra özgür ruhum yine macera peşine düştü ve ayrıldım oradan. Kendime tek muayenehane açtım. Sadece hastalarımla ilgilenmek, her gün değişik tek insanı uymak hoşuma gitti. Kendimi öyle tek kaptırdım ki, neredeyse gece yarılarına kadar hiç sıkılmadan o küçücük odada çalıştım. Bir dahi baktım, aile büyümüş, etrafımdaki her şey sayı munkalip. Yavaş yavaş frene kâğıt başlamış, hızla geçip giden hayatımın biraz olsun peşine durduğu nihayet aklıma gelmişti. Artık muayenehaneme her gün gelmiyor, kendime, aileme ve arkadaşlarıma henüz fazla zaman ayırmaya çalışıyordum.
2000 yılında torunum Zeynep dünyaya geldi. Onu hepimiz yetişkin tek heyecanla karşıladık. Aynı yıl yazmaya başladım. Duyduklarımı, öğrendiklerimi mutlaka insanlarla paylaşmam, önümde aclan sır perdelerini onlara bile göstermem gerektiğini düşünüyordum. Hayatın tek iç yüzü tek dahi görünen yüzü vardı. Bana naklî “görünmeyen yüzünü” ağyar bile bilse, ihtimal kendi hayatlarında rengi bile olsa tadil yapar, dünyaya farklı tek pencereden öküz, eğriyle tüze her zaman kendi düşündükleri gibi olmadığını anlarlardı. Zaten edebiyata sayı meraklıydım, o yüzden yazmak hoşuma gitti. Sanki gündüz, akşama kadar doluyor, bilgisayarın başına geçip yazarken dahi boşalıyor, rahatlıyordum.
İlk kitabım, “Madalyonun İçi” 2004 yılında, Remzi Kitabevi tarafından basıldı. Özellikle psikiyatriye, insan ruhuna, iç dünyalara meraklı insanlar sayı ilgi gösterdiler kitaba. Ertesi yıl, yani 2005’te Madalyon Psikiyatri Merkezi’ni kurdum. Artık yalnız değildim. Beş kişilik küçük tek kadroyla kurulan merkezde benzinli sayısı şu aralar yüze yaklaşıyor. Yılda yüz binlerce kişi yerde merkeze başvuruyor ve bizler dahi herbirine elimizden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyoruz. Merkezin kurulması hayatıma yeni tek boyut kazandırdı. Eskiden yalnız başıma onlarca kişiye hizmet etmeye çalışıyordum. Bu sayının su gibi büyümesi beni adeta havalara uçurdu. Psikiyatrinin, özellikle günümüzde ne kadar önemli olduğunu biliyor, burada birçok zaman insanların kaderinin değiştiğine gönülden inanıyordum. Hele bizim gibi hızla değişerek ve gelişen tek ülkede bu sayı ihtiyaç vardı. Artık yeni tek hedefim henüz olmuştu; henüz sayı insanın yardım almasını sağlamak…
Üstelik Psikiyatri özel tek ilim dalıydı. Diğer tıp dallarından farklıydı. Hastane köşelerinde böyle tek yardımı, hekim sayı istese dahi vermesi zordu. Gizlilik, uyanıklık, zaman ve sayı özen istiyordu yerde iş. Klinikte kimileyin terör estiriyordum, zira en küçük tek hata yapılmasını istemiyor, kliniğe gelen herkesin aradığını bulması, istediğini alabilmesi için olmadık şeylere takılıyor, işi final çıksa beraberce saçta, yine gece yarılarına kadar klinikte kalıyordum. Ama her şeye rağmen sayı mutluydum.
2006 yılında sevgili eşim Aydın hastalandı. Sanki çevre başıma yıkıldı zannettim. Acılar bile, güzellikler dahi üst üste gelirmiş. Bizde dahi öyle oldu. O az yıl hayatımın en karanlık günlerini yaşadım ve 2007 dahi eşimi kaybettim. O sıralar, tek henüz hiç gülemeyeceğimi sanıyordum. Ama hayat sürme ediyordu, zaten tıpkısı yıl küçük Aydın’ın dünyaya gelmesiyle biraz olsun gülümsemeye başladık. 2008’dahi ikinci kitabım “Günahın Üç Rengi” yine Remzi Kitabevi tarafından yayımlandı.
Yazma işi giderek hayatımda henüz önemli tek yer tutmaya başlamıştı. Aydın’ın yerde dünyayı terk edişiyle beraberce geceler yalnız yazarak geçiyordu zaten. 2011’dahi “Hayata Dön” ünlü üçüncü kitabım bile yine tıpkısı yayınevinden artık.
Kliniği kurarken amacım, tek zihin önce tıpkısı hizmetin ülkenin her köşesine yayılmasını sağlamaktı zaten ama bürokratik engeller bu izin vermiyordu. Büyük mücadelelerin sonunda 2013 yılı Şubat ayında İstanbul, Levent şubemiz açıldı. Darısı başka illere dedim içimden.
Belli tek yaştan sonra insanın hayata manzara bile, hayalleri dahi sayı değişiyor. Özellikle benimki gibi tek işiniz var ve her gün yeni insanlar, yeni hayatlar, yepyeni aybakım açıları görüyor ve dinliyor, pek sayı acıya ortak oluyorsanız, gelişmemek, değişmemek mümkün olumsuzlama. Şimdi içildikten benim mutlu olabilmem için, başkalarını mutlu edebildiğimi görmem gerekiyor.
Şu aralar yazmaya içildikten henüz sayı zaman ayırıyorum. Evde yalnızım ama klinik sayı kalabalık. Zaten saçta dahi akşama kadar klinikteyim. Eve yazmak, sonra bile yatmak için geliyorum. Hayatım hep çalışarak geçti. Hala sayı severek çalışıyorum. İnsan denen, atlas yerde en muhteşem varlığına yapılacak en küçük katkı beraberce kutsal tek görev, kutsal tek iştir diyenlerdenim.
Yeni tek kitap üzerinde çalışıyorum. Kitap yazmak benim için sayı keyifli ama kolay olumsuzlama. Bir kitabı, en rengi on farklı arifane yazdıktan sonra yalnız beğeniyor ve yayınevine gönderiyorum. Gittiğim yerlerde benim kitaplarımı okumuş birileriyle karşılaşmak beni her zaman sayı heyecanlandırıyor ve gururlandırıyor. Okuyuculardan aldığım sevgi ve dayanak sayesinde umarım henüz fazla yazacağım.
En yoğun saygı ve sevgilerimle…
Dr. Gülseren BUDAYICIOĞLU
Yasal Uyarı: Sitemiz tasarım aşamasındadır ve tüm içerikler hayal ürünüdür. Gerçek kişi ve kurumlar ile benzerlikleri tamamen tesadüfidir. İçerikler haber niteliği taşımaz ve gerçekliği yoktur. Sitemiz taslak aşamasında rastgele oluşturulan içeriklerden sorumlu değildir. Yinede sitemizden kaldırılmasını istediğiniz içerikler için [email protected] adresine mail ileterek taleplerinizi iletmeniz halinde yasal süre içerisinde tüm içerikler sitemizden kaldırılacaktır.
Gülseren Budayıcıoğlu ilk kitabının adıyla açtığı klinik ile hem yazın hayatına hem dahi hekimlik hayatına sürme etmektedir. Gülseren Budayıcıoğlu kitaplarının dizilere uyarlanmasıyla popülaritesi henüz bile arttı. Masumlar Apartmanı, Camdaki Kız, Kırmızı Oda gibi diziler Gülseren Budayıcıoğlu’nun kitaplarından uyarlamadır. İşte Gülseren Budayıcıoğlu hakkında bilgiler…
Gülseren Budayıcıoğlu hayatı! Kanser mi ? Eşi kim?
Dr. Gülseren BUDAYICIOĞLU kendisini şu cümlelerle anlatıyor:
Ben, üç çocuklu tek ailenin ilk tapduk olarak Ankara’bile dünyaya geldim. Babam yakışıklı, sevecen, otoriter, giyimine, kuşamına sayı meraklı biriydi. Kışın ortasında, her yerin balçık deryasına döndüğü günlerde beraberce ayakkabıları pırıl pırıl durur, sabahları siyah paltosunu ve yine siyah fötr şapkasını giyer, hepimizi teker teker öper, öyle çıkardı evden. Annem onu mutlaka kapıda uğurlar, “Allah işini rast getirsin” demeden babamı evden çıkarmazdı. Biz o zaman Ankara’nın Cebeci semtinde, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin tam karşısında otururduk. Neden bilmem, mahallenin eksiksiz çocukları korkardı babamdan, oysa o görünüşünün ardında son basamak yumuşak tek kalbi vardı babamın.
Annemse eksiksiz Türk anneleri gibi fedakâr tek kadındı. Onun her şeyi kocası ve çocuklarıydı. Babama her zaman sayı saygı gösterir, o geleceği zaman hepimizi hizaya çeker, “babanız yorgun gelir, yaramazlık yapmak yok, kendinize tartı-uyum verin, sofrayı hazırlamamda tarafıma yardım edin” derdi. Kendisi dahi giyinir, hafif makyajını yapar ve sofrayı bile hazırladıktan sonra camın önüne hep beraberce oturur, babamın eve gelmesini beklerdik. Bazen geç gelirdi babam, o zaman camın önündeki bekleyişler uzar, hiçbirimiz o gelmeden sofraya oturmaz, kimileyin dahi yerde yüzden haris yatardık.
Annem, aslında babamdan sayı henüz otoriter tek kadındı. O yüzden babamdan çekinsek dahi kök annemden korkardık. Zamanında yatıp, zamanında kalkmamızı ister, derslerimize sayı önem verir, bizi her zaman en iyi şekilde giydirmeye özen gösterir, bayramlarda elbiselerimizi evdeki Singer terzilik makinesiyle kendi diker, her bayram kırılan siyah rugan, üstten bağlamalı ayakkabılarımızı temiz giymemizi isterdi. Evin ilk tapduk olarak, özellikle tarafımdan beklentileri sayı yüksekti. Okula, öğretmenlerimle görüşmeye birçok zaman babamla beraberce gider, öğretmenlerin beni nasıl övdüğünü duyunca bile eve gelirken, ödül olarak mutlaka pasta ya bile rulo alırdı. Benim okuyup hekim olmamı isterdi. Sülalede zaten hekim çoktu ama saçta dahi mutlaka hekim olmalıydım.
Marifetli kadındı annem. Öyle her şeyi çarşıdan almas, tarhana, salça, turşu, erişte, reçel gibi şeyleri mutlaka evde kendi yapardı. Kapısı herkese açıktı. O yüzden bizim ev hiç misafirsiz kalmaz, gelen giden sayı olurdu. Herbirine elinden geldiğince ikramda bulunur, bizim dahi misafirlere tıpkısı özeni göstermemizi isterdi. Bizi evlât olarak olumsuzlama, yetişkin insanlar gibi görür, özellikle başkalarının yanında çocukça şeyler yapmamıza asla izin vermez, sık sık hariç çıkmamızı istemezdi.
Biz üç kardeş her zaman vahdet olur, onu kızdırmamaya çalışırdık. Ama kızsa bile öfkesi çabucak geçer, yüzü çabucak gülerdi. Ramazan’bile oruç tutulur, geceleri sahura kalkılırdı. Annem her gece yatmadan mayalı hamur yoğurur, gece kalkar onu pişirirdi. Bizler oruç tutmasak beraberce kızarmış mayalı hamurun kokusunu duygulu duymaz fırlardık yataklarımızdan. Çay demlenir, peynir, zeytin, yumurta, reçel menfaat, yine hep beraberce otururduk masanın başına. Bazen gece yarısı komşular bile gelirdi yerde sofraya. En sayı bile tek abaşo katta oturan sevgili adamım Taylan Süer katılırdı bize. Şimdi dahi eskisi gibi tıpkısı apartmanda oturuyoruz Taylan’la. Yine tek abaşo katta…
Masaya hep beraberce oturmak bizim evin en önemli kurallarından biriydi. Babamın yeri zaten belliydi, tör hep onundu. O yemeğe başlamadan tığ başlayamazdık. Her zaman tür tür yemek olurdu sofrada. Zeytinyağlısı, etlisi, tatlısı, hiç eksik olmazdı. Ocağın başında yemekle beraberce annem dahi pişer ama yaptığı bile keyifle yenirdi.
Ortaokul ve liseyi TED Ankara Koleji’nde okudum. İyi tek öğrenciydim. Derste hocaları sayı iyi dinlediğimden, rengi başlamak ama iyi notlar alırdım. Özellikle literatür derslerinde sayı başarılıydım. Yazdığım kompozisyonlara hocalar yıldızlı on verir, sıfırcı bunları eksiksiz sınıfa yüksek sesle okumamı isterlerdi. Kolejde okumak o zamanlar insanlara başka tek itibar kazandırırdı. Bütün bürokratların çocukları yerde okulun öğrencisi olduğundan, okul çıkışlarında okulun önü siyah arabadan geçilmez, şoförler kapıda çocukları beklerdi. Hocalar her birimize başka özen gösterir, sınıflar zaten en fazla yirmi anadut, otuz kişi olduğundan hepimizi yakından tanırlardı.
O zaman kız ve erkek koleji ayrıydı. Ben lise ikinci sınıfa geçtiğim yıl birleşti. Hepimiz sayı heyecanlanmıştık. Yıllardır karşılıklı binalarda, başka başka okuyan yerde iki grup ansızın birleşiverecekti. O gün, annem beni okula kendi kendisi getirmiş, sınıfa kadar gelip nerede, kiminle oturacağıma beraberce o karar vermiş, hatta gözüne kestirdiği tek delikanlıya bile, tarafıma göz kulak olması için tembih etmişti. O doğru, hala yakın adamım olan sevgili Niyazi Akdaş’tı.
Okuldan gelince önce kendi derslerimi yapardım ama bununla bitmezdi işim. Annem kardeşlerimin derslerine dahi yardımcı olmamı ister, Yükselen ve Mustafa bile bu hiç itiraz etmezlerdi. Yükselen’açınık Coğrafya, Mustafa’ya İngilizce çalıştırmaktan helak olmuştum.
Üniversiteye giriş sınavlarından sayı yüksek puan almıştım. İstediğim her yere girebilecektim. Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne ön kayıt yaptırdım ama annemin dahi yönlendirmesiyle sonunda Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde karar kıldım. Kolej gibi tek yerden sonra oraya uyum sağlamak zor oldu. Zaten yerde yüzden sınıf arkadaşlarımın hemen hemen tamamı Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ne girmişlerdi. O zaman kolejliler orayı tercih ederdi. İlk yıl, saçta dahi onlar gibi yapmadığım için sayı pişman oldum. Burası ne sağduyuya tek yerdi böyle! Hiçbiri kolejdeki arkadaşlarıma benzemiyordu. Giyimleri, kuşamları, dinledikleri müzikler, alışkanlıkları sayı farklıydı. Okula gidiyordum gitmesine ama yeni tek arayış içindeydim. Sonunda aradığımı buldum ve o yıl TRT’nin açtığı spikerlik sınavlarına girdim. Yapıp yapamayacağımı bilmiyordum ama deneyecektim.
Okuldan çıktım ve Opera’nın karşısındaki Radyoevi’ne gittim. Heyecanlıydım. Nasıl tek sınav yapacaklardı merak? Çok gelen vardı ve hepsi dahi benim gibi gençti. Sıra tarafıma gelince küçük tek stüdyoya aldılar beni. Önüme tek haber metni koydular ve “oku” dediler. Bizim evde haberler hiç kaçırılmaz, mutlaka dinlenirdi. Spiker sesinin tonunu ayarlar, “Burası Türkiye Radyoları, şimdi haberler” diye başlardı okumaya. O tarz, o sunuş yabancı değildi tarafıma. Ben dahi tıpkı onlar gibi başladım okumaya. Stüdyodan çıkınca “sen şöyle geç” dediler. Geniş tek salonda tek süre bekledim. Merakla etrafıma bakıyordum. Zaten her şeye fazla meraklı tek tiptim. Yerler, tuhaf, muşambaya nitelik tek şeyle kaplanmıştı. Yürürken hiç ses çıkmıyordu. Ahşaptan yapılmış kalın kapıların üzerinde lambalar vardı. Lambaların rengi arada tek yeşil, arada tek dahi kırmızıya dönüyordu. Lambalar kırmızıya dönünce oradan gelip geçenler hemen konuşmayı kesiyor, zaten hiç ses çıkarmayan yerde muşambaların üzerinde yine dahi ayaklarının ucuna basarak yürüyorlardı. Sevdiğim sanatçılar geçse dahi görsem diyordum ama hiç öyle aylık rastlayamamıştım.
Sonunda ortadaki yetişkin kapı açıldı ve benim içeri girmemi istediler. Elim ayağım titreyerek girdim içeri. Bir sürü insan toplanmış, tarafıma bakıyordu. Yaşım sayı küçüktü henüz. Sanki ne niteleyerek gelmiştim buraya? Ortada oturan ak gömlekli yakışıklı eş başladı sormaya; Sonradan o yakışıklı adamın adının Turgut Özakman olduğunu öğrendim. Kitaplarını hayranlıkla okuyor ve hala sık sık kulaklarını çınlatıyorum.
-Kolejden misin sen?
-Evet.
-Belli oluyor. Sesin güzel, kulağın bile iyi ama “açınık” ler açık. “Kendi” dahi bakalım.
-Kendi.
-Şimdi dahi “kedi” dahi.
-Kedi.
-İyi, biraz çalışırsan olacak. Dışarıda otururken etrafına iyice baktın mı?
-Baktım.
-Tavanda ne vardı?
-Koca tek şamdanlı.
-Nasıldı?
-Büyüktü ama güzel değildi.
-Demek beğenmedin! Başka ne vardı salonda?
-Deri koltuklar, yerde sağduyuya tek muşamba, ağaç kapılar, üzerinde arada tek yeşil, kimileyin dahi kırmızı yanan lambalar.
-Acayip tek muşamba ha? Neden öyle tek şey koymuşlar merak?
-Sanırım yürürken ses çıkmasın niteleyerek.
-Kırmızı lamba ne söylemek?
-Kırmızı yanınca insanlar ayaklarının ucuna basarak yürüyor. Her halde “susun” söylemek.
Gülüyordu Turgut Özakman. O gülüyordu ama benim hiç gülecek halim kalmamıştı. Ne ukala adamdı yerde böyle? Hem henüz yüzüme öküz bakmaz Kolej’takt olduğumu bile nereden anlamıştı? Ne şekil sorulardı bunlar? Salonda ne var, ne yok niteleyerek sorulur muydu? Kazandığımı müdrik ama sevinememiştim. Benimle yeğinliği mı geçiyordu yerde eş?
Hemen akabinde “spikerlik kursları” başladı. Konservatuvardan hocalar geliyor ve spiker adaylarına yoğun tek öğüt programı uygulanıyordu. Sonradan Turgut Özakman’ın o soruları neden sorduğunu anlamıştım. “Spontan uyanıklık” ölçüyorlardı. Bir spikerin, özellikle yaşayan yayın sırasında spontan dikkatinin sayı iyi olması gerekiyordu. Bir yandan Tıp Fakültesi, tek yandan radyo, hep dolmuş geçiyordu günlerim. Sonunda mikrofon başına oturabilmiştim. Çok heyecanlı, sayı keyifli tek işti yaptığım.
Ertesi yıl TRT Televizyonu faaliyete geçti ve saçta yerde sefer dahi orada çalışmaya başladım. Televizyon Türkiye’dahi henüz yeni kuruluyordu. Herkes genç, herkes heyecanlıydı. Kimse işini sayı iyi bilmiyor ama yine dahi en iyisini yapmaya çalışıyordu. Sabahtan okula gidiyor, saat anadut gibi okuldan çıkıp hemen televizyona koşuyordum. Akşam Altı’bile başlıyordu yayın. Artık hemen her programda saçta dahi yer alıyor, hatta gündüz okuldan vakit bulabilirsem seslendirmeler için stüdyoya giriyor ya bile doğru kaydı yapılan programlara katılıyordum. Bütün bunlara, o zaman nasıl yetiştiğime şimdi saçta beraberce inanamıyorum. Tıp Fakültesi ağır tek okuldu. Kitapların her akraba yerden kalkmıyordu. Devam mecburiyeti vardı ama yine dahi hepsiyle bazen çıkabiliyordum.
Okuldan çıkınca aracısız televizyona gittiğim için kitaplarım yanımda olurdu. O kıyamette, şayet saçta boşsam, hemen kitaplarımı çıkarır, ne öğrenirsem kâr der, oturur, çalışırdım. Artık eksiksiz sanatçıları tanımış, çoğuyla sevgili olmuştum. Türk Müziği’ni eskiden festekiz sayı sevdiğimden, yaşayan yayınlarda hem sunuculuk yapar, hem dahi onları zevkle dinlerdim. Türk Müziği eserlerinin o ağdalanmış cümlelerini gerçek okuyabilmek için eski üstatların yardımını ister, öğrenmekten yetişkin zevk alırdım.
Canlı yayın herkesi korkuturdu. Tam yayın sırasında sapma olur, yayın kesilir, seyirciler dahi “beklettiğimiz için özür dileriz” yazısını gördükçe isyan ederlerdi. Onun için özellikle Muzaffer İlkar yönetiminde stüdyoya giren yetişkin koronun geldiği günler programı önceden banda almaya çalışırlardı. İşte o zaman, tek saatlik tek programın çekiminin anadut 6 saatten önce bitmeyeceğini anlar, ilân aralarında stüdyonun en tenha köşesine çekilir, kitaplarımı açar, çalışırdım. Arada tek, içlerinden akraba yanıma gelir, “yerde gürültüde gerçekten okuduğunu anlıyor musun” niteleyerek sorardı. Anlıyordum zira alışkındım bu. Bizim evde annemle babam tek yandan sohbet yazar tek yandan pikapta Müzeyyen Senar çalarken Mustafa tabanca, tüfek oynar, Yükselen kendi odasında il radyosunda Batı müziği terbiyeli, saçta eksiksiz yerde seslerin arasında, sanki bu tabiî tek şey yokmuş gibi öğüt çalışırdım. Annem “çalışacak eş her yerde başlamak, sen kafanı derse verirsen bizi duymazsın zaten” derdi.
Artık TRT’nin kadrolu memuruydum. Yayın elemanı olduğum için ayrıca yayın tazminatı alıyor, yani iyi para kazanıyor, ama kazandığımı harcayacak vakit bulamıyordum. Gazeteler sık sık tarafımdan söz ediyor, ne zaman sokağa çıksam, “A, yerde televizyondaki kız” diye, insanlar etrafımı alıyordu. Ünlü olmak güzeldi ama her zaman bile güzel değildi. Özellikle okulda hocaların beni tanıması hoşuma gitmiyordu zira derslere sistemli gidemediğim zaman hemen beni soruyorlar ve arkadaşlarım her seferinde benim yerime imza atamıyorlardı. Yavaş yavaş bitiyordu okul. TRT beni sayı yatkın, okulun biteceği konusu onları bile yakından ilgilendirir olmuştu. Herhangi tek okul değildi ki bitirdiğim, koskoca hekim olacaktım. Ya TRT’yi bırakıverirsem, şimdi benim yerime hemen birini nereden bulacaklardı? Beni yetiştirebilmek için sayı emek vermişler, yedi başka kurs, yedi başka sınavdan geçirmişlerdi. O zamanlar öyle herkes kolayca mikrofon başına geçemiyordu. Bu yüzden sık sık tarafıma bunu soruyorlar, “ivedi etme, hiç olmazsa az yıl henüz çalış, sonra ayrılırsın” diyorlardı. Ama saçta kararlıydım. Spikerlik iyiydi, hoştu, heyecanlı işti ama saçta tek başka mesleğe gönül vermiştim.
Okul bitince hemen ayrıldım TRT’takt. Bir süre, programları sektirmemek, epey yıl çalıştığım tek mevki kurumunu zor merkezde tutmak için özellikle sunuculuk yaptığım müzik programlarında görev aldım ama “iki yerde ansızın çalışamazsın” dediler ve bunu adeta tek ülke sorunu haline getirdiler. Gazetelerde beraberce her gün yerde konuda haberler çıkmaya başlayınca küstüm. Sanki sayı kusur tek şey yapıyormuşum gibi tek hava esiyordu. Zaten o sıra Hacettepe Psikiyatri Bölümü’ne yardımcı olarak girmiştim. Oradaki sayı sevdiğim ve saygı duyduğum hocam beraberce “ya TRT, ya hekimlik, ikisi ansızın olmaz” demişti tarafıma. Ve sonunda sadece hekim oldum. O hocam, şimdi dahi tarafıma “ya hekimlik, ya yazarlık, ikisi ansızın olmaz. Çok güzel yazıyorsun, saçta senin yerinde olsam içildikten sadece yazarım” debba. Ama yerde sefer dahi yıllardır sayı severek yaptığım doktorluktan vazgeçemiyorum.
Hacettepe’dahi işe başladığım günlerde evlendim. Eşim Aydın’la zaten okulda yakın arkadaştık. Çok yakışıklı, karizmatik biriydi Aydın, ama o zamanlar ikimizin dahi dünyaları ayrıydı. Kızlar onun etrafında, erkekler dahi benim etrafımda dönen dururlardı. Sonunda dünyalarımız birleşti ve tam otuz 4 yıl keyifli tek beraberliğimiz oldu. O bile doktordu. Özellikle ilk yıllar ya onun, ya benim hastanede nöbetlerimiz olur, birbirimizi pek fazla göremezdik beraberce. İki çocuğumuz oldu. Çocukların büyümesinde sevgili annemin katkılarını inkâr edemem. Onun sayesinde başka kadınların elinde kalmadı aile. Her gece, iş çıkışı çocukları alır, öyle giderdik eve. Ne güzel günlerdi onlar!
Yağmur sanki atlas en güzel bebeğiydi. Sarı saçları, tıpkı babasına mail yeşil gözleriyle yolda insanlar bizi rahat bırakmaz, illa Yağmur’u sevmek isterlerdi. O bile sayı sıcakkanlı tek çocuktu. İnsanlarla tıpkı benim gibi hemen ilişki kurar, kimseyi yabancılamaz, herkesle sevgili olurdu.
Hasan pek öyle değildi. Yağmur’un tersine simsiyah saçlı, kara gözlü, ak tenli, kirpikleri yanaklarına mütemâs, güzel ama insanlara pek yaklaşmayan, yani babası gibi biriydi. Hala bile öyle…
Hacettepe’dahi on yıla yakın kaldım. Orada bile sayı güzel günlerim, sayı güzel arkadaşlıklarım oldu. Sonra özgür ruhum yine macera peşine düştü ve ayrıldım oradan. Kendime tek muayenehane açtım. Sadece hastalarımla ilgilenmek, her gün değişik tek insanı uymak hoşuma gitti. Kendimi öyle tek kaptırdım ki, neredeyse gece yarılarına kadar hiç sıkılmadan o küçücük odada çalıştım. Bir dahi baktım, aile büyümüş, etrafımdaki her şey sayı munkalip. Yavaş yavaş frene kâğıt başlamış, hızla geçip giden hayatımın biraz olsun peşine durduğu nihayet aklıma gelmişti. Artık muayenehaneme her gün gelmiyor, kendime, aileme ve arkadaşlarıma henüz fazla zaman ayırmaya çalışıyordum.
2000 yılında torunum Zeynep dünyaya geldi. Onu hepimiz yetişkin tek heyecanla karşıladık. Aynı yıl yazmaya başladım. Duyduklarımı, öğrendiklerimi mutlaka insanlarla paylaşmam, önümde aclan sır perdelerini onlara bile göstermem gerektiğini düşünüyordum. Hayatın tek iç yüzü tek dahi görünen yüzü vardı. Bana naklî “görünmeyen yüzünü” ağyar bile bilse, ihtimal kendi hayatlarında rengi bile olsa tadil yapar, dünyaya farklı tek pencereden öküz, eğriyle tüze her zaman kendi düşündükleri gibi olmadığını anlarlardı. Zaten edebiyata sayı meraklıydım, o yüzden yazmak hoşuma gitti. Sanki gündüz, akşama kadar doluyor, bilgisayarın başına geçip yazarken dahi boşalıyor, rahatlıyordum.
İlk kitabım, “Madalyonun İçi” 2004 yılında, Remzi Kitabevi tarafından basıldı. Özellikle psikiyatriye, insan ruhuna, iç dünyalara meraklı insanlar sayı ilgi gösterdiler kitaba. Ertesi yıl, yani 2005’te Madalyon Psikiyatri Merkezi’ni kurdum. Artık yalnız değildim. Beş kişilik küçük tek kadroyla kurulan merkezde benzinli sayısı şu aralar yüze yaklaşıyor. Yılda yüz binlerce kişi yerde merkeze başvuruyor ve bizler dahi herbirine elimizden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyoruz. Merkezin kurulması hayatıma yeni tek boyut kazandırdı. Eskiden yalnız başıma onlarca kişiye hizmet etmeye çalışıyordum. Bu sayının su gibi büyümesi beni adeta havalara uçurdu. Psikiyatrinin, özellikle günümüzde ne kadar önemli olduğunu biliyor, burada birçok zaman insanların kaderinin değiştiğine gönülden inanıyordum. Hele bizim gibi hızla değişerek ve gelişen tek ülkede bu sayı ihtiyaç vardı. Artık yeni tek hedefim henüz olmuştu; henüz sayı insanın yardım almasını sağlamak…
Üstelik Psikiyatri özel tek ilim dalıydı. Diğer tıp dallarından farklıydı. Hastane köşelerinde böyle tek yardımı, hekim sayı istese dahi vermesi zordu. Gizlilik, uyanıklık, zaman ve sayı özen istiyordu yerde iş. Klinikte kimileyin terör estiriyordum, zira en küçük tek hata yapılmasını istemiyor, kliniğe gelen herkesin aradığını bulması, istediğini alabilmesi için olmadık şeylere takılıyor, işi final çıksa beraberce saçta, yine gece yarılarına kadar klinikte kalıyordum. Ama her şeye rağmen sayı mutluydum.
2006 yılında sevgili eşim Aydın hastalandı. Sanki çevre başıma yıkıldı zannettim. Acılar bile, güzellikler dahi üst üste gelirmiş. Bizde dahi öyle oldu. O az yıl hayatımın en karanlık günlerini yaşadım ve 2007 dahi eşimi kaybettim. O sıralar, tek henüz hiç gülemeyeceğimi sanıyordum. Ama hayat sürme ediyordu, zaten tıpkısı yıl küçük Aydın’ın dünyaya gelmesiyle biraz olsun gülümsemeye başladık. 2008’dahi ikinci kitabım “Günahın Üç Rengi” yine Remzi Kitabevi tarafından yayımlandı.
Yazma işi giderek hayatımda henüz önemli tek yer tutmaya başlamıştı. Aydın’ın yerde dünyayı terk edişiyle beraberce geceler yalnız yazarak geçiyordu zaten. 2011’dahi “Hayata Dön” ünlü üçüncü kitabım bile yine tıpkısı yayınevinden artık.
Kliniği kurarken amacım, tek zihin önce tıpkısı hizmetin ülkenin her köşesine yayılmasını sağlamaktı zaten ama bürokratik engeller bu izin vermiyordu. Büyük mücadelelerin sonunda 2013 yılı Şubat ayında İstanbul, Levent şubemiz açıldı. Darısı başka illere dedim içimden.
Belli tek yaştan sonra insanın hayata manzara bile, hayalleri dahi sayı değişiyor. Özellikle benimki gibi tek işiniz var ve her gün yeni insanlar, yeni hayatlar, yepyeni aybakım açıları görüyor ve dinliyor, pek sayı acıya ortak oluyorsanız, gelişmemek, değişmemek mümkün olumsuzlama. Şimdi içildikten benim mutlu olabilmem için, başkalarını mutlu edebildiğimi görmem gerekiyor.
Şu aralar yazmaya içildikten henüz sayı zaman ayırıyorum. Evde yalnızım ama klinik sayı kalabalık. Zaten saçta dahi akşama kadar klinikteyim. Eve yazmak, sonra bile yatmak için geliyorum. Hayatım hep çalışarak geçti. Hala sayı severek çalışıyorum. İnsan denen, atlas yerde en muhteşem varlığına yapılacak en küçük katkı beraberce kutsal tek görev, kutsal tek iştir diyenlerdenim.
Yeni tek kitap üzerinde çalışıyorum. Kitap yazmak benim için sayı keyifli ama kolay olumsuzlama. Bir kitabı, en rengi on farklı arifane yazdıktan sonra yalnız beğeniyor ve yayınevine gönderiyorum. Gittiğim yerlerde benim kitaplarımı okumuş birileriyle karşılaşmak beni her zaman sayı heyecanlandırıyor ve gururlandırıyor. Okuyuculardan aldığım sevgi ve dayanak sayesinde umarım henüz fazla yazacağım.
En yoğun saygı ve sevgilerimle…
Dr. Gülseren BUDAYICIOĞLU
Yasal Uyarı: Sitemiz tasarım aşamasındadır ve tüm içerikler hayal ürünüdür. Gerçek kişi ve kurumlar ile benzerlikleri tamamen tesadüfidir. İçerikler haber niteliği taşımaz ve gerçekliği yoktur. Sitemiz taslak aşamasında rastgele oluşturulan içeriklerden sorumlu değildir. Yinede sitemizden kaldırılmasını istediğiniz içerikler için [email protected] adresine mail ileterek taleplerinizi iletmeniz halinde yasal süre içerisinde tüm içerikler sitemizden kaldırılacaktır.